Ne için mücadele ediyoruz?

Kendimizi ne zaman inşa etmeye başladık, hiç düşündünüz mü? Doğduk ve doğduğumuz zamanı belirlemedik. Ya öleceğimiz zamanı belirleyebilecek miyiz? Evet mi? Hayır diyenleri duyar gibiyim. Aslında hayat akıp giderken korku ve kaygılar taşıyoruz sırtımızda sevgi ve huzur yerine. Şöyle düşünelim yeni doğan bir bebek 2 yaşına kadar desteğe muhtaç sonrasında anneden ayrılıp bireysel ihtiyaçlarını karşılamayı öğreniyor.

Peki bu bahsettiklerimiz bedensel ve deneyimlediğimiz egosal ihtiyaçlar. Ruhi ihtiyaçlarımız ne durumda? Ruhumuzun sesini duyabiliyor muyuz?

RUH YAŞIMIZ KAÇ ?

Ruhlarımız için birinin diğerinden büyük ya da küçük olması önemli mi? Tabii ki hayır. Büyümüş olsa başarılı mı olacağız ya da büyümemiş ise başarısız mıyız? Asla ! Başarı her bireyin kendi standartlarına göre değişir. Gazeteci Yazar Ahmet Sağırlı’nın bir yazısında gecen bölümü aynen aktarmak istiyorum:

“Kamuoyunda genel kabul görmüş tarife göre; başarı; insanların işlerinde yükselerek belli bir makam sahibi olması, bir yerlere gelmesi yahut çok para kazanarak mal mülk sahibi olmak olarak tanımlanır.

Genel kabul görmüş tariflerin dışında başarının iki tarifi daha var:

*Başarı, herhangi bir işi iyi yapmaktır.

*Başarı yalan söylemeye ihtiyacı kalmamaktır!

Çünkü sizi siz yapan duygularınız ve çevrenizdeki etkenlerdir. Öyleyse sadece farkına varalım. Ruhumuzun yaşına aldırış etmeden sadece varlığını hissedelim ve kıymetini bilelim, önemseyelim. Doğmak elimizde değildi, tercihimiz de değildi. Ama ölümümüz elimizde olabilir mi? Eğer evet diyorsanız ölümümüzü kendimiz istemeyelim.

ÖLÜMÜ NASIL İSTERİZ?

Esasında sahip olduklarımıza bakınca bundan bir asır öncesine kıyasla çok daha geniş imkanlara sahibiz. Teknoloji almış başını gidiyor. Bireyin düşünmesine gerek kalmadan ihtiyaçlarını karşılamasına doğru da ilerlemeye devam ediyor. Bir asır öncesinde yetişen yazarlar, şairler, felsefe insanları şimdilerde yetişmiyor mu? Ya da yetişiyor biz mi farkında değiliz, kıymetini mi bilmiyoruz?

Biraz daha etraflı bakınca aslında Rene Dubas adlı Fransız gazetecinin dediği gibi “Hayat standartlarımız artıyor ancak yaşam kalitemiz azalıyor.” Konfor kaliteyi geliştirmeliyken üzücü ki kaliteden ödün veriyoruz.

Şimdi şöyle düşünelim yüzyıllar önce su ihtiyacını karşılamak için taşımalı sistem kullanılırken şimdi evde musluklara kadar su geliyor. Peki ne kaybettik ve kazandık? Görünüşte zaman kazandık, güç kazandık; ya kaybettiklerimiz? Hareket kabiliyeti azaldığı için kaslarımızı kullanmamaktan sağlıksız bedenlere sahip olmaya başladık.
Günümüzde siz buna spor deyin, egzersiz deyin, ne demek isterseniz ancak şu bir gerçek ki “işleyen demir ışıldar” esasınca vücudumuzu kullanmadığımız için kasların farkındalığını yitiriyoruz ve bedensel bütünlüğümüz ortadan kalkıyor. Bedensel bütünlüğü kaybedince hapsolmuş bir hayat yaşıyoruz ki bu da kabul etmesek de ruhumuza atalet gömleğiyle sarıp sarmalıyor. Böylece farkında olmadan daha önce de yazdığımız gibi ölümü beklemeye başlıyoruz.

YAŞAMA SEVİNCİ

Hayatı devam ettirme isteğimiz yalnızca mutluluk olmamalı, öyle ya kişisel mutluluklarımız bizleri bir yere kadar tatmin edecek, ya sonrasında?. Esas olan hem kendimiz hem de dünyanın, evrenin tarafına katkıda bulunacak üretim yapmamızdır.

Üretimi hareketle elde ederiz. Jimnastiği bırakmadan hem zihinsel hem fiziksel jimnastikle yaşama tutunmalıyız ki yaşama sevincimiz olsun. Üretelim ki ürettiğimiz evrene, insanlığa katkıda bulunsun.

Yaptığınız o an işe yaramıyor gibi gelebilir size. Asla merak etmeyin insanlık için yaptığımız her neyse mutlaka ihtiyaç sahibini bulur. Bu bir fikir, bir gülüş ya da bir sıcak dokunma olur. Haydi o zaman hayat sevinciyle insanlığa katkıda bulunmaya…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir